İşte Ahmet Davutoğlu'nun o açıklaması:
“İnsanlık tarihinin en yoğun dönüşümlerinin yaşandığı,
toplumlar arası iletişim ve etkileşimin olağanüstü bir hız kazandığı, büyük
imkanların ve risklerin aynı ölçüde ve eşzamanlı olarak devreye girebildiği bir
tarihi sürecin içinden geçiyoruz. Zamanın ruhu tarihi akışın ivme kazanmış
olmasıdır. Önümüzdeki dönemde temel farklılaşma zamanın ruhunu kavrayarak bu
ivmeyi yönetenler ile zamanın ruhundan koparak bu akışın içinde sürüklenenler
arasında ortaya çıkacaktır. Kendi iç gerilimlerini aşarak tutarlı bir yaklaşım
ile zamanın ruhuna uygun bir vizyon belirleyen ülkeler önümüzdeki on yılları
hatta asırları belirleyecek bir güce kavuşurken, kendi kısır iç gerilimleri
içinde enerjilerini tüketen ülkeler tarihin edilgen unsurları haline
dönüşeceklerdir. Son dönemde ulusal, bölgesel ve uluslararası düzlemlerde
yaşanan krizler tarihin rahmindeki doğum sancılarıdır.
İkibinli yılların başında partimizin zamanın ruhunu ve
milletin değerlerini kavrayan bir vizyonla iktidara gelmesi ile birlikte
özgüvenimizi tahkim eden bir demokratikleşme, yükselen bir ekonomik kalkınma
grafiği ve dünyanın her köşesine yayılan bir uluslararası etkinlik kazanan
ülkemiz tarihi akışın ivmesini yakalayan bir performans göstermişti. Ancak,
2013 yılında Gezi olayları ile başlayan, 17/25 Aralık komploları ile devam
eden, çukur eylemleri ile tehlikeli boyutlara ulaşan ve nihayet 15 Temmuz hain
darbe girişimi ile zirveye çıkan iç gerilimler ülkemizi vizyoner ve atılımcı
pozisyondan reaksiyoner ve savunmacı bir pozisyona sürüklemiştir.
Bütün bu süreci yönetebilecek yegane siyasi aktör konumunda
olan partimizin de bu komplo süreçlerinde öncü rol oynamış bazı odakların milli
iradeyi hiçe sayan tahrik ve manipülasyonları ile enerjisini kendi içinde
tüketmeye başlaması hem iç ahengimizi sarsmış hem de vizyon üretme ve uygulama
kapasitemizi daraltmıştır.
Bugün kritik bir tarihi eşikte bulunuyoruz. Son üç yıl
içinde yaşanılan kritik süreçlerde ülkemiz ve partimizle ilgili
değerlendirmelerimi ve endişelerimi Sayın Cumhurbaşkanımıza doğrudan sözlü ve
yazılı olarak iletmiş, ancak farklı çevreler tarafından art niyetli
tartışmalara gerekçe kılınmaması adına kamuoyu ile paylaşmamayı tercih
etmiştim. 31 Mart seçimleri ve ardından yaşananlar ile birlikte ortaya çıkan
toplumsal ve siyasal tablo partimizin ve ülkemizin geleceği ile ilgili
kamuoyuna açık, şeffaf ve sağduyulu bir muhasebenin yapılmasını gerekli
kılmıştır. AK Parti’nin 2. Genel Başkanı ve ülkemizin halk tarafından seçilmiş
son Başbakanı olarak bu sorumluluk bilinci ile TBMM’mizin kuruluşunun 99.
Yıldönümü arifesinde görüşlerimi aziz milletimizle paylaşmayı kaçınılmaz bir
görev addediyorum.
31 Mart seçimleri basiret ve sağduyuyla incelememiz gereken
önemli sonuçlar doğurmuş, dikkate almamız gereken önemli mesajlar vermiştir.
Partimizin ve ülkemizin geleceği için bu mesajların doğru anlaşılması ve
gereğinin yapılması büyük bir önem arz etmektedir. Milletimizin tercihlerindeki
değişikliklerden gerekli mesajlar çıkarılmaz, atılması gereken adımlar
kararlılıkla atılmaz ise hem AK Parti olarak bizleri hem de ülkemizi zor bir
dönem beklemektedir. Bu çerçevede, başta hareketimizin kitleselleşerek iktidara
yürümesinin önemli sembolleri olan ve çeyrek asırdır kadrolarımızın yönetiminde
bulunan İstanbul ve Ankara büyükşehir belediye başkanlıklarında alınan sonuç
olmak üzere, partimizin toplumsal desteğinde görülen azalma gerçeğiyle
yüzleşmek ve bunu sağduyulu bir şekilde değerlendirmek durumundayız.
Her şeyden önce tekrar hatırlamak zorundayız ki AK Parti
konjonktürel siyasi şartlarda ortaya çıkmış nevzuhur bir siyasi oluşum
değildir. Aksine, nesillerin birbirine aktararak getirdiği alın ve zihin
terinin, zor şartları aşa aşa oluşan anonim bir birikimin milletle ve tarihle
buluşmasının eseridir. Bu nedenledir ki varoluş gerekçesi ve geleceği herhangi
bir faninin, sınırlı bir toplumsal kesimin, bir ekonomik çıkar grubunun hatta
tek bir neslin kaderine, tercihlerine ve takdirine bağlı değildir ve
olmamalıdır. Geriye doğru derinliğine gidildiğinde geçmiş nesillerin emeği,
ileriye doğru bakıldığında gelecek nesillerin umutları üzerinde yükselen bu
hareket ikbal hesaplarına, gittikçe kabaran egolara ve kısır çekişmelere kurban
edilmemelidir.
Hepimiz partimizin yükseldiği zemini tahkim eden geçmiş
nesillere ve bugününü omuzlarda taşıyan isimsiz kahramanlara çok şey borçluyuz.
Genel Başkan olarak yürüttüğüm 7 Haziran ve 1 Kasım 2015’teki iki genel seçim
kampanyasında bu isimsiz kahramanların vefakar yüzlerinde bu büyük mirasın
derinliğini görme şerefine nail olmuştum. Şu an bile yağmur altında coşkulu bir
şekilde saatlerce meydanı dolduran İzmir Bergamalı kadınlar, Sur’da hain terör
örgütünün kazdığı çukurlara karşı verdiğimiz mücadele sürerken Ulu Cami önünde
beni bir miting kalabalığı ile karşılayıp kucaklayan yiğit Diyarbakırlılar,
Sancaktepe’de mitingimizde ellerini göğe doğru kaldırarak dua eden yaşlı
İstanbullu amcalar, bir gece karanlığında Karadeniz’in coşkusunu meydana
taşıyan muhabbet yüklü Trabzonlular ve beni 7 Haziran’daki hüzünde de 1
Kasım’daki coşkuda da vakarla Ankara’ya uğurlayan aziz Konyalılar ve 81 ilde
beni kucaklayan ülkemin vefakar insanları gözlerimin önündedir.
Elde edilen her başarıyı, makamı ve mevkiyi hasbi
fedakarlıklarla önümüzü açmak için her türlü çileye katlanan geçmiş nesillere,
her seçimde cansiperane çalışan bu isimsiz kahramanlara ve onları heyecanla
örgütleyen teşkilatlarımıza borçluyuz. Bu satırları yazarken dahi bu borçluluk
duygusundan kaynaklanan ağır sorumluluğun yükünü omuzlarımda hissediyorum. Bu
bağlamda partimizin ve ülkemizin geleceği ile ilgili tespitlerimi milletimizin
derin vicdanına arz ediyorum.
• Siyasi hareketleri ve partileri tarih sahnesinde başat
aktör kılan beş temel unsur vardır: (i) kendi içinde tutarlı bir ilkeler ve
değerler manzumesi, (ii) bu değerler manzumesinin ruhu ile uyumlu bir söylem,
(iii) toplumun her kesimine açık bir sosyal ilişkiler ağı, (iv) bu ağı etkin
bir şekilde yöneten sağlam bir teşkilat yapısı ve (v) zamanın ruhuna uygun
politikalar geliştirilebilmesini sağlayan özgür düşünce ve ortak akıl.
• Partimizi siyasi tarihimizdeki diğer partilerden ayırt
eden ve uzun iktidar dönemlerimize zemin oluşturan sır bu temel özelliklerde
gizlidir. Ancak son yıllarda yaşananlar bu temel özelliklerde ciddi bir
zaafiyetin yaygınlaşmakta olduğunu ortaya koymuştur. Son olarak mahalli seçim
sürecinde ve sonrasında her açıdan gözlenen savrulma ve dağınıklık aslında bu
zaafiyetin yansımalarıdır.
• Öncelikle siyasi ahlakın temelini dokuyan ilkeler ve
değerler konusunda söylemde ve eylemde yaşanan sapmalar toplumsal vicdan ile
buluşulmasını engelleyen en önemli bariyerdir. Ben-merkezci kibirli bir dil ile
tevazudan kopuş, mahviyet vurgusu yaparken en küçük birimlerdeki siyasilerin
bile adlarını sokaklara, okullara ve binalara verme yarışı içine girmeleri,
sürekli görünür ve bilinir olma dürtüsüyle gündeme gelmek için her türlü
çabanın gösterilmesi, kullanılan dil ile sergilenen tavır arasındaki uçurumun
alabildiğine açılması, kutsal değerlerimizin siyasi çıkarlar uğruna hoyratça
kullanılması, alınan görevlerin kişiye has olduğu unutularak bütün bir aile ve
çevrenin etki kurma çabaları, siyasi rakip görülen kişilerin yıpratılması için
sosyal medya operasyonları dahil her türlü iftiranın yaygınlık kazanması, bir
ömrünü bu davaya adamış ve ortak mücadele vermiş insanların toplumsal
itibarlarının yok edilmesine dönük ithamlara sessiz kalınarak dolaylı destek
verilmesi ve geçmişte en önemli değerimiz olarak gördüğümüz vefa duygusunun
ciddi şekilde zedelenmesi üzerinde açık yüreklilikle düşünülmesi gereken
hususlardır.
• Temel değerler ve ilkeler düzeyinde yaşanan savrulma
siyasi söylemimizi de doğrudan etkilemiştir. Son yıllarda partimizin
insan-odaklı, insan haklarına dayalı, özgürlükçü, reformcu, kuşatıcı, kendinden
ve geleceğinden emin siyasi söyleminin yerini devletçi, güvenlikçi, statükocu
ve salt beka endişelerine dayalı bir söylem almıştır.
• Devlet milleti oluşturan insanların ortak iradesinin
tecessüm etmiş halidir ve o irade olmadıkça varlığını sürdüremez. Devlet bizim
dışımızda var olan değil, toplumu oluşturan bireylerin iradesiyle var olan bir
siyasi organizma ve toplumdan meşruiyet aldığı ölçüde kalıcı olabilecek bir
idari mekanizmadır. Şeyh Edebali’nin ilkesini yeniden yorumlayarak diyebiliriz
ki insanı, onun temel haklarını ihmal eden veya ikincil konuma indirgeyen hiç
bir devlet baki olamaz.
• Partimizi Türkiye’nin her yerinde birinci parti kılan
toplumsal kapsayıcılık ve ilişkiler ağında da ciddi bir daralma yaşandığı
gözlenmektedir. Son seçimlerde alınan neticeler Cumhur İttifakı olarak dahi
sahil kesimlerinden koparak İç Anadolu ve Karadeniz’e doğru daralan bir siyasal
etkinlik alanına sıkışmakta olduğumuzu göstermektedir. İç Anadolu’da ise
ittifak-içi dengenin partimiz aleyhine değişmekte olduğu bir vakıadır. Bu
coğrafi ve toplumsal destek daralmasının gerek söylem gerekse eylem düzeyindeki
sebepleri üzerinde titizlikle durulmazsa bu daralma bir siyasi kıskaca
dönüşecektir.
• Bu toplumsal destek daralmasını durduracak en önemli
faktör bulundukları sosyal doku ile kaynaşmış ve kritik süreçlerde dinamik bir
rol üstlenmeye hazır bir teşkilatın varlığıdır. Ancak son dönemde 15 Temmuz’daki
milli direnişe bedenlerini ortaya koyarak öncülük eden il başkanlarımızın ve
teşkilatlarımızın metal yorgunluğu gibi muğlak ifadelerle küstürülerek devre
dışı bırakılması teşkilatlarımızın derin vicdanında ciddi bir yara açmıştır.
• Daha da tehlikelisi, kendisini partimizin kurullarının
üstünde gören ve adeta paralel bir yapı gibi partiyi yönetmeye çalışan bir
odağın ortaya çıkması ve partinin seçilmiş yetkililerini ve kurullarını devre
dışı bırakmaya kalkışması teşkilat kurumsallaşmasının özünü sakatlamıştır.
Teşkilatlarımızda son iki seçimde gözlenen heyecansızlık biraz da daha önce
büyük fedakarlık gösteren teşkilat unsurlarına yapılan vefasızlık dolayısıyla
yaşanan hayal kırıklığının eseridir.
• Öte yandan, genel ve yerel seçimlerle halktan doğrudan yönetme
yetkisi almış kişilerin parti kurullarında ve belediye meclislerinde atılan
adımlarla önce yetkilerinin daraltılması sonra da doğrudan veya dolaylı itham
ve baskılarla görevden ayrılmak zorunda kalmış olmaları siyasetin
kurumsallaşmasına zarar verdiği gibi milli iradenin üstünlüğü ilkesine ve
partimizin sosyal doku ile irtibatına da ciddi darbe vurmuştur.
• Partimizin en önemli kurucu ilkelerinin başında ortak akıl
arayışı gelmektedir. Partimiz, kurumsal istişare mekanizmaları ve ortak akıl
arayışı sayesinde birçok çetin krizi aşarak milletimizin teveccühüne mazhar
olmuştur. Ancak, maalesef son dönemlerde, ortak aklın işletilmesine imkân veren
AK Parti kurulları ve istişare mekanizmaları ya tamamen devreden çıkmış ya da
tek bir görüşün onay makamı haline gelerek işlevini yitirmiştir. Bu çerçevede,
partimizin kurumsal yapısı, teşkilatlarımızdan gelen önerilerin siyasete
yansıtıldığı gerçek işlevine yeniden kavuşturulmalıdır.
• Milletin gözyaşı, emeği, aklı ve yüreği ile kurulan
partimiz ve ülkemiz, hırslarına esir düşmüş dar ve çıkarcı bir çevrenin ikbal
kaygılarına terk edilemez. Bu çerçevede, vakit kaybetmeden, partimizin kurumsal
yapısı güçlendirilmeli, istişare ve ortak akıl mekanizmaları etkin bir şekilde
çalıştırılmalı, teşkilatlarımız asli niteliğine ve işlevine kavuşturulmalı ve
milletimizle olan bağımız tevazu temelinde yeniden inşa edilmelidir.
• Partimizin seçim sonuçları vesilesiyle yapacağı muhasebe
ittifak siyasetini de içermelidir. Siyasi partiler arasında diyaloğun, yapıcı
işbirliğinin ve karşılıklı anlayışın gelişmesi demokrasimiz ve milli birliğimiz
açısından son derece önemlidir. Bu anlamda 15 Temmuz sonrası yaşanan Yeni Kapı
ruhu ile tecessüm eden yakın diyalog ve işbirliği ortamı doğru olmuştur.
Bununla birlikte seçim sonuçları, ittifak siyasetinin hem oy oranı hem de parti
kimliği açısından partimize zarar verdiğini ortaya koymuştur. Partimiz, ittifak
içi yarışta da ittifaklar arası yarışta da hedeflerine ulaşamamış, yönettiği
bir çok belediyeyi kaybetmiştir.
• Ayrıca, ittifak siyaseti partimizi dar bir siyasi dile ve
kimliğe hapsederek, ülkenin her bölgesini ve toplumun her kesimini kucaklayan
özgün duruşumuza zarar vermiştir. Bu çerçevede, partimiz seçim sonuçlarını
doğru analiz ederek ittifak siyasetini gözden geçirmelidir. Farklı siyasi
partilerle ülkemizin ortak gündemi konusunda yakın işbirliği geliştirilirken,
partimizin özgün siyasal kimliği ve felsefesi de korunmalıdır.
• Özetle bugün partimiz her açıdan bir yenilenme ihtiyacı
içindedir. Seçimsiz geçmesi beklenen dört yıl böylesi bir yenilenme ihtiyacı
için gerekli zamanı sağlamaktadır. Bu dönemde AK Parti kökten bir yenilenme
süreci yaşarsa kaybettiği söylem ve politika dinamizmini yeniden kazanabilir.
En önemlisi de hızla kaybetmekte olduğu moral üstünlüğü tekrar elde edebilir.
Bu büyük tarihi mirasın ve emanetin fani kişiliklerimizden bağımsız olarak
sahipsiz kalması beklenemez.
Ülkemizin geleceği açısından bakıldığında ise, şu
hususlardaki kanaatlerimi paylaşmayı gerekli görüyorum.
• Cumhurbaşkanlığı sistemi ile birlikte gelen ittifak
yapılanmaları beklenenin aksine siyasi yelpazedeki dağınıklığı gideremediği
gibi siyasi kutupların oluşmasına ve toplumu bir arada tutan ortak değerlerin
yıpranmasına yol açmış görünmektedir. Seçim sürecinde ittifak yapılarının
cepheleştirici karakterinden kaynaklanan sert söylemler siyasi kutuplaşmayı
tehlikeli boyutlara taşıyarak, toplumsal barışımızı ve ortak aidiyet
bilincimizi zedelemiştir.
• Seçimlerde yarışanlar düşmanlar değil, siyasi rakiplerdir.
Kazanan ise sandıktan kim çıkarsa çıksın milletimiz ve demokrasimizdir. Bu
sonuca saygı duymak da herkesten önce siyasilerin görevidir. Beka endişeleri
demokrasiyi askıya alma heveslerinin gerekçesi olamaz. Aksine devletimizin
bekasının temeli demokratik meşruiyettir.
• Beka söylemi ile rakip partileri düşmanlaştırmanın, siyasi
rekabeti aşan kutuplaşmaların nelere sebep olabileceğini ne yazık ki Ankara’da
aslında hepimizi birleştirmesi gereken bir şehit cenazesinde gerçekleşen çirkin
saldırıda yaşadık. Ana muhalefet liderine dönük bu saldırıyı bir kez daha
kınıyor, herkesi demokratik düzen içinde hareket etmeye ve kutuplaştırıcı
siyasi söylemlerden uzak durmaya davet ediyorum.
• Milletlerin huzuru, devletlerin bekası ve toplumların
düzeni için en temel unsur ortak aidiyet bilincidir. Hepimizin her an
zihnimizde tutması gereken en temel gerçek şudur: Türkiye Cumhuriyeti, 82
milyon vatandaşın ortak iradesinin ve sahiplenmesinin eseridir. Dolayısıyla,
insan onuru ile taçlandırılan Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığı kimliği taşıyan
hiç kimse hiç bir makam ve güç sahibi tarafından tahkir edilmemeli; inancı,
cinsiyeti, engeli, dili, ırkı, siyasi düşüncesi, felsefi anlayışı ve hayat
tarzı sebebiyle ayrımcılığa maruz bırakılmamalı, herhangi bir şekilde nefret
söylemine muhatap kılınmamalıdır.
• Bu ortak aidiyet bilincine dayalı toplumsal düzenin ilk
erdemi ve esası adalettir. Sağlam bir adalet felsefesine dayanmayan hukuk
yapısı ile insan hayatının, aklının, inancının, neslinin ve mülkünün teminat
altına alınmadığı sosyal ve siyasal düzenler iç ve dış her türlü müdahaleye,
saldırıya ve kaosa açık hale gelir. Hukuk güç biriktirme alanı değil, gücü
denetleme ve ahlaki çizgiye getirme alanıdır. Yargının kontrol altına alınması
çabası hangi gerekçeyle ve kim tarafından yapılırsa yapılsın en büyük suç
olarak görülmelidir.
• Yakın tarihimizde ülkemizin ve milletimizin geleceğini
tehdit eden en hain girişimi 15 Temmuz gecesi durduran güç milletçe
gösterdiğimiz onurlu direniştir; bu direnişi nihai zafere taşıyacak olan ise bu
yargı sürecinde adalet terazisinin doğru işletilmesidir. Bir hakim ve savcı
hüküm verirken ya da iddianame hazırlarken davanın mahiyeti ve nihai adalet
ölçüsü dışında hiç bir kaygı taşımamalı ve hiç bir müdahale veya telkine maruz
bırakılmamalıdır.
• FETÖ ile tavizsiz verilmesi gereken mücadelede farklı
kişilere farklı kriterler uygulanması, yürütülen mücadeleye zarar vermektedir.
Bu konuda hukukun en temel ilkesi olan ‘suçların şahsiliği’ ilkesi özenle
korunmalıdır. Bazı durumlarda, örgüt okullarında okumuş, kardeş ya da
akrabaları örgütün ve darbe sürecinin önemli elemanları arasında olan kişilerin
en üst düzey devlet görevlerine atanmasında sakınca görülmezken alt düzey bir
memurun yakınlarından birinin yine alt düzey bir ilişkisi sebebiyle işten çıkarılması
kamu vicdanında FETÖ ile mücadele konusunda soru işaretleri oluşturmaktadır.
• Türkiye’nin sivil, demokratik ve bütüncül bir anayasa
ihtiyacı her zamankinden daha fazladır. Sistem değişikliğini içeren son anayasa
değişikliği paketinin TBMM’ne sunulmasından hemen sonra kaygı ve önerilerimi
sözlü ve yazılı olarak Sayın Cumhurbaşkanımıza da arz etmiştim. Ne yazık ki
geçen sürede yaşadıklarımız bu endişelerimi haklı çıkarmıştır. Üzülerek
belirtmeliyim ki yeni sistem, hem yapılanması hem de uygulama tarzı itibariyle
milletimizin beklentilerini de karşılamamaktadır. Bu çerçevede, sistem
değişikliğine ilişkin ciddi ve samimi bir muhasebe yapmamız gerekmektedir.
• Bu muhasebede ilk başlamamız gereken nokta, hukuk devleti
ilkesinin varlığı ve korunmasıdır. Hukuk devletinin korunabilmesi ise kuvvetler
ayrılığı ilkesinin yeniden inşasına bağlıdır. Türkiye 12 Eylül Anayasasının
yürütmede yol açtığı çift başlılıktan dolayı yönetim krizleri yaşamıştı. Yeni
sistem bu sorunu çözmüş olmakla birlikte yürütmeyi yasama ve yargı karşısında
baskın kılarak kuvvetler ayrılığı ilkesini zedelemiş, denge ve denetim
mekanizmalarını işlevsizleştirmiştir.
• Kuvvetler ayrılığını garantiye almak üzere, yasama erki
yürütme ve yargı erkleri karşısında dengeleyici bir otonomiye sahip
kılınmalıdır. Bu çerçevede seçim sistemi ve siyasi partiler kanunu da tekrar
gözden geçirilerek tek tek milletvekillerinin temsil gücü tahkim edilmeli ve
yasama süreci içindeki etkinliği güçlendirilmelidir.
• Bu muhasebe çerçevesinde ele almamız gereken bir diğer
konu devlet mimarisinin yeniden tanzimi meselesidir. Devlet, daimiyetini
sürdüregeldiği teamüller ve kurumlar üzerinden tarih sahnesine yansıtır. Bu
teamüllerin ve kurumların değişen şartlara göre yeniden tanzim edilmesi tarihin
doğal akışının getirdiği bir zorunluluktur. Bu tanzimde süreklilik-değişim
dengesinin özenle korunması gerekir. Bu dengenin süreklilik lehine bozularak
ihtiyaç duyulan değişimin geciktirilmesi statükoculuğa ve donukluğa yol
açarken, dengenin değişim lehine bozulması devlet yapısının yaz-boz tahtasına
dönmesine yol açar, devletin daimiyetini zaafa uğratır.
• Devlet yeniden tanzim edilirken statükoculuğa dayalı
kurumsal asabiyet terk edilmeli, ancak kurumsal kültür ve hafıza özenle
korunmalıdır. Bu tanzim, konjonktürel, keyfi ve ani kararlarla değil, devlet
tecrübe birikimini ve zamanın gerekliliklerini göz önünde bulunduran ve ortak
aklı harekete geçiren bir basiret içinde gerçekleştirilmelidir.
• Bu bağlamda devlet mimarimizin süreklilik arz eden en
önemli özelliklerden birisi devlet başkanlığı makamının toplumun bütününü
temsil etmesi ve her kesimi kucaklamasıdır. 12 Eylül anayasasının doğasını
bozduğu parlamenter sistemden Başkanlık sistemine geçerken dikkat etmemiz
gereken en hassas konulardan birisi devlet geleneğimizden gelen her kesimi
kuşatıcı devlet başkanlığı ile parti kimliğine dayalı başkanlık sistemi
arasında çatışma yaşanmasının engellenmesidir.
• Demokratik başkanlık sistemlerinde gözlendiği gibi
Cumhurbaşkanının parti üyeliğine sahip olması bir sorun teşkil etmemekle
birlikte genel başkanlık görevinin de aynı kişi tarafından yürütülmesi hem
devlet işleyişi hem parti kurumsallaşması açısından sakıncalar doğurmaktadır.
Cumhurbaşkanı’nın seçimlerin birinci derecede tarafı olarak seçim ortamının
gerektirdiği yoğun ve çoğu zaman da sert siyasi polemiklere girmek durumunda
kalması, devlet geleneğimiz içinde toplumun tüm kesimlerine eşit mesafede
durması gereken Cumhurbaşkanlığı kurumunun toplumun en az yarısı ile psikolojik
bir kopuş yaşamasına yol açmaktadır.
• Bu çerçevede, yeni sistemin en asli unsurlarından biri
olarak görülen partili cumhurbaşkanlığı uygulaması mevcut Cumhurbaşkanımızın
şahsından bağımsız olarak yeniden değerlendirilmeli ve Cumhurbaşkanlığı ile
parti genel başkanlığı görevlerinin bir arada yürütülmesinin doğurduğu
sakıncalar giderilmelidir.
• Devlet mimarisinde kurumsal nitelikli yatay iletişim ve
dikey hiyerarşik ilişkilerin yeniden tanımlanması, siyasi/teknokrat kimlikler
ve işlevler arasına sıkışmış görünen bakanlıkların sistem içindeki rolünün
açıklığa kavuşturulması, yeni ihdas edilen politika kurullarının devlet
mimarisi içindeki konumlarının belirlenmesi gibi hususlar netleştirilmedir.
Bütüncül bir tasavvura ve estetik bir işleyiş mekanizmasına sahip olmayan
devlet mimarisinin kalıcı olması mümkün değildir.
• Ülkemizin bulunduğu coğrafya sebebiyle başka hiçbir ülke
ile kıyas kabul etmeyecek güvenlik sınamaları ile karşı karşıya olduğu açıktır.
Bu sınamalar karşısındaki en güçlü direnç unsurumuzu oluşturan ordumuzun 15
Temmuz’da herhangi bir ordunun karşı karşıya kalabileceği en derin travmayı
aşarak yeniden iç düzenine kavuşmuş olması her türlü takdirin üzerindedir.
Ülkemizin ve milletimizin bir daha darbe teşebbüslerine muhatap olmaması için
yapılması gereken en esaslı dönüşüm, ordu-siyaset ilişkilerinin
demokratikleştirilmesi ve sivil siyasi iradenin bütün bürokratik mekanizmalar
üzerinde nihai etkileyici ve belirleyici kılınmasıdır. Karşı karşıya kaldığımız
güvenlik riskleri bağlamında, 23 Temmuz 2015’te PKK, DAEŞ ve DHKP-C’ye karşı,
17-25 Aralık 2013’teki komplolar ve 15 Temmuz 2016’daki hain darbe
teşebbüsünden sonra da FETÖ’ye karşı başlattığımız haklı mücadele ara
vermeksizin sürmelidir.
• Ancak, bu mücadele sırasında özgürlük-güvenlik dengesinin
hassas ölçülerine özen gösterilmesi yürütülen mücadelenin geniş halk
kesimlerince benimsenmesi açısından büyük önem taşımaktadır. Farklı görüş
beyanının terörle özdeşleştirilmesi ve siyasi farklılıkların ihanetle anılır
hale gelmesi hem milli birliğimize zarar vermekte hem de kriz dönemi algısının
süreklilik kazanması üzerinden demokrasiye, siyasete ve ekonomik hayata büyük
darbe vurmaktadır.
• Güvenlik endişelerinin son yerel seçimler sonrası kamu
görevinden olağanüstü hal şartlarında mahkeme kararı olmaksızın ihraç
edilenlerin ellerinden seçme ve seçilme gibi anayasal bir hakkı dahi almaya
evrilmesi kabul edilemez. Böylesi bir keyfiliğin uzun vadede idari kararlarla
nasıl yanlış uygulamalara sebep olabileceğini düşünmek bile istemiyorum.
Anayasa herkes için temel bir metindir, keyfi şekilde yorumlanamaz.
• Bir an önce özgürlük alanının genişletilmesi iftiharla
sahiplendiğimiz özgüvenimizin ve en önemlisi de birbirimize olan güvenimizin
yeniden tesisi için şarttır. Düşüncelerini ifade eden gazeteci, akademisyen,
kanaat önderi, siyasetçi kim olursa olsun hiç kimse işini kaybetme, yaftalanma,
sosyal medya linci ve hakaret tehditleri ile karşılaşmamalıdır. Eleştiri ve
fikirlerini ifade etme özgürlüğü sonuna kadar korunmalıdır.
• Özgür düşüncenin, eleştirinin temel unsuru olan ve
gelişmiş demokrasilerde dördüncü kuvvet olarak nitelendirilen basın ise tek
elden yönetilen bir propaganda aracı haline gelmiştir. Gerçek basın özgürlüğü
demokrasimizin bağışıklık sistemidir. Bunu yok etmek, usulsüz ve baskıcı
metotlarla basında tekelleşmeye yönelmek Türkiye’nin zihni kapasitesini
daraltmaktadır.
• Bu çerçevede, güvenlik konusundaki kazanımlarımızı
kaybetmeden özgürlük alanlarının genişletildiği yeni bir özgürlük-güvenlik
dengesi kurulmalıdır.
• Sivil toplumun gücü yüksek binalarda değil derin vicdanlarda
tecelli eder. Katılımcı demokrasi, sivil toplumun siyaset kurumunu meşru
yöntemlerle ve şeffaf bir biçimde etkilediği ve kamu yönetimini denetlediği bir
ortamda gerçekleşir. FETÖ gibi gizli yapıların devlet gücünü gayrimeşru biçimde
ele geçirmek amacıyla siyaseti vesayet altına almaya çalışması da devletin
sivil toplumu güdümü altına alarak araçsallaştırması da demokrasiye zarar
verir. Sivil toplumun devlete eklemlenmesi ve farklı kaygılarla görüş beyan
edemez hale gelmesi sivil toplumun ruhunu ve vicdanını yok etmektedir.
• Siyasetin toplumumuz nezdinde tekrar itibar kazanmasında
ana faktör partimizin siyaset literatürüne kazandırdığı en önemli şiarlardan
birisi olan 3Y (yasaklar, yolsuzluk ve yoksulluk) ile mücadeleye yaptığı
vurguydu. Bugün bu üç hedef konusunda da hangi konumda bulunduğumuzun samimi
bir muhasebesini yapmaksızın siyasete yeniden itibar kazandırmak ve topluma
yeni bir güven verebilmek çok güç görünmektedir.
• Bir devletin yönetim etkinliğinin en öncelikli şartı
siyasette ve kamu yönetiminde ehliyet ve liyakat unsurlarının esas alınmasıdır.
Bunun aksine kamu yönetimde hısım ve akraba kayırmacılığının yaygınlaşması her
türlü yozlaşmanın ve güç zehirlenmesinin hem en önemli sebebi hem de en çarpıcı
göstergesidir. Bu yozlaşmanın yaygın bir nitelik kazanması rasyonel denetim
mekanizmalarının işlemesini de imkansızlaştırır. Siyaset kurumunun ve
bürokrasinin rasyonel işleyişi için, yakın akrabalık ilişkisine sahip olanlar
devlet yönetiminde ast-üst hiyerarşisi içinde yer almamalı, personel alımlarında
kişinin kökenine, bölgesine ve şehrine odaklanılmasının önüne geçilmeli,
istisnai atamalar açık ve şeffaf bir şekilde belirlenmelidir.
• Diğer taraftan özel alanda kalması gereken aile
ilişkilerinin kamusal ve resmi alana yansıtılması da hem aile hayatına zarar
vermekte hem de hukuki sorumluluk alanının dışına taşan ilişkilerin ortaya
çıkmasına yol açmaktadır. Siyasetçilerin ve kamu görevi yürütenlerin aile
mensupları devlet imkanlarından yararlanmada ne özel bir ayrıcalığa sahip
olmalıdır ne de yıpratıcı bir eleştiriye muhatap kılınmalıdır.
• Siyasi etikle ilgili bütün bu konuların en kesin çözümü
şeffaflık ilkesinin toplumsal hayatın her alanına egemen olmasıdır. Şeffaflık
ahlaki bir ilke olma yanında FETÖ ve benzeri her türlü vesayet girişimini
engellemenin de en temel vasıtasıdır. Hangi amaçla olursa olsun, her türlü
darbe girişimini engelleyecek en önemli unsur sivil toplumdan devlet
kurumlarına, şirket yapılarından hayır kuruluşlarına, yerleşik geleneksel basın
mecralarından sosyal medyaya kadar hayatın her alanında şeffaflığı egemen
kılmaktır.
• Öte yandan kamu ihalelerinin toplumun bilgisi olmadan
gerçekleşmesi, ihale kanunundaki istisnaların kanunun kendisini fiilen işlemez
hale getirmesi, kamuoyunda devlet bütçesi ile yapılan işlerin sürekli aynı
şirketlere verilmesi gibi yolsuzluk algısına yol açan olgular da acilen
yüzleşilmesi ve gereğinin yapılması gereken hususlardır.
• Bu çerçevede kamu kaynaklarının denetime açık bir şekilde
kullanımı, kamu imkanlarının kişisel çıkar ve şöhret için kullanılmaması ve
kamu görevi üstlenenlerin özel hayatlarındaki ekonomik faaliyetler ile
yürüttükleri kamu görevleri arasında çıkar çatışmasının olmaması gibi temel
ilkeleri de kapsayan siyasi ahlak, şeffaflık, siyasetin finansmanı ve imar
rantlarının vergilendirilmesi yasaları acilen çıkarılmalıdır. Böylece, siyasi
ahlak kuralları, şahsi yoruma ihtiyaç hissedilmeyecek ve kişilerin şahsi ahlak
anlayışlarına terkedilemeyecek şekilde tanımlanmalı ve güçlü teamül ve
kurallarla tahkim edilmelidir.
• AK Parti’nin toplum nezdinde teveccüh görmesinin arkasında
yatan en önemli başarı alanlarından biri ekonomi politikaları olmuştur. AK
Parti 2002 yılında iktidara geldiğinde; ekonomide art arda yaşanan krizler
toplumu umutsuzluğa sevk etmiş, kişi başına milli gelirimiz on yıl öncesinin
seviyesine gerilemiş, dış politikadan güvenliğe kadar birçok alanda Türkiye’nin
hareket kabiliyetini sınırlamıştı.
• Ekonomide sağlanan göz kamaştırıcı başarının temelinde
güven duygusunun yeniden tesis edilmesi yatıyordu. Bugün ne yazık ki bu alanda
da geçmiş dönemde ulaştığımız seviyenin çok altında olduğumuzu görmekteyiz.
Bunun en çarpıcı örneği ise 2018 yılındaki ABD doları cinsinden kişi başına
milli gelirimizin 2007 yılındaki seviyesinin altına gerilemiş olmasıdır.
Toplumun bütün kesimleri ekonomideki kriz ortamını bizzat yaşarken bu gerçeği
inkâr etmek, yönetime olan güveni sarsmaktan başka bir şeye yaramaz. Yaşanan
ekonomik krizi, varlığını inkâr ederek yönetemeyiz.
• Yaşadığımız ekonomik krizin temelinde bir yönetim krizi
yatmaktadır. Ekonomi politikalarıyla ilgili kararların gerçeklikten uzak,
piyasanın uygulamalarına ve ekonomi biliminin yasalarına aykırı biçimde
alındığı, uygulamalarda keyfî ve tarafgir davranıldığı kanaati yayılmışsa
yönetime olan güven kaybolur. Güven yeniden tesis edilmeden ekonomiyi yeniden
düze çıkarmak mümkün değildir. Topluma güven verebilmek için önce ekonomi
yönetiminde özgüvene ihtiyaç vardır. Ancak özgüvenin de bilgiyle ve deneyimle
hak edilmiş olması ve gereğinin yerine getirilmesi şarttır. Bilgi ve deneyimle
desteklenmeyen, kişisel yakınlıklardan devşirilen özgüven sadece abartılı bir
gösteri ve ciddiyetten uzak bir görüntü olarak kalır.
• Görüntüyü kurtarmak için zaten zor durumda olan kesimleri
suçlayıcı ve buyurgan bir dil kullanmak, piyasa kuralları içinde oluşması
gereken dengeleri baskı uygulayarak piyasaya rağmen oluşturmaya çalışmak,
Türkiye’nin kalkınması için yararlanması gereken küresel yatırımcıları ürkütmek
ise kesinlikle kaçınılması gereken çıkmaz yollardır. Vatandaşlarımızın ekonomi
yönetiminde devletten beklediği, kavga ve huzursuzluk değil işini, aşını ve
refahını korumasıdır.
• Ekonomik başarı için ön şart hukukun üstünlüğünün hiçbir
tartışmaya yer bırakmayacak şekilde sağlanmasıdır. Rekabetçi bir ekonomi ve
girişimci dostu bir yatırım ortamı ancak öngörülebilirliğin sağlandığı,
kuralların herkese eşit uygulandığı ve mülkiyet hakkının güvence altına
alındığı bir ortamda kurulabilir. Bu ise yargının tarafsız, bağımsız, hızlı,
etkin ve hepsinden önemlisi evrensel hukuka uygun işlediği hukuk devletinde
mümkündür.
• Partimizin ekonomi felsefesi kurulduğu günden beri kurallı
serbest piyasa ekonomisi olarak belirlenmiştir. Serbest piyasa ekonomisi,
devletin ekonomiye doğrudan ve keyfî biçimde müdahale etmediği, fiyatların arz
ve talep tarafından belirlendiği bir yapıdır. Son dönemde ekonomi yönetiminde
alınan kararlarla serbest piyasa ilkelerinden uzaklaşılmaktadır. Piyasa
ekonomisinde devlet ancak nesnel ve genel kurallar koyarak ve bu kurallara
uygunluğu denetleyerek ekonomiyi yönlendirir. Denetim bağımsız, tarafsız ve
nesnel ilkelere bağlı olmalı, asla bir baskı aracı ve tehdit unsuru olarak
kullanılmamalıdır. Bu çerçevede bankaların mevduat ve kredi politikalarına
doğrudan müdahale çözüm getirmez.
• Ekonominin bir boşlukta değil uluslararası bir ortamda
seyrettiği de göz önünde bulundurularak AB ile 2016 yılında son aşamaya
getirilmiş olan vize muafiyetinin ve Gümrük Birliği revizyonunun bir an önce
hayat geçirilmesi ekonomimize yeni bir ivme katacaktır.
• AK Parti’nin ekonomik başarı hikâyesinin önemli bir bileşeni
de geçmişte ekonomide kurumsallaşmayı sağlamış olmasıdır. Son dönemde devlet
kurumlarındaki görevlendirmelerde ehliyet ve liyakat ölçütleri yerine başka
özelliklerin tercih edilmesi, kamu kurumlarında kurumsal hafızanın ve kültürün
korunmasını imkânsız hale getiren keyfîliklerin yaşanması kurumsallaşmaya büyük
zarar vermiştir.
• Kamu maliyesi milletin devleti yöneten kadrolara
emanetidir. Toplumun genelinde son dönemdeki uygulamalarla, kamu yöneticileri
hakkında israf ve aşırı gösteriş algısı oluşturan bir manzara sergilendiğini
büyük bir üzüntüyle gözlemliyorum. Öte yandan faiz dışı kamu harcamalarında
kaydedilen artış ve buna bağlı olarak ortaya çıkan bütçe açığının bir seferlik
gelirlerle saklanmaya çalışılması da güveni sarsmaktadır. Kamu harcamalarında
şeffaflık ve hesap verebilirlik en güçlü biçimde hayata geçirilmelidir.
• Ekonomi ile ilgili kararlarda açıklanan verilere duyulan
güven olmazsa olmaz bir unsurdur. Ne yazık ki son dönemdeki bazı uygulamalar
verilere olana güveni sarsmaktadır. Dahası ekonomik verilerin gerçek durumu
tam, doğru ve eksiksiz yansıttığına olan güven sarsılınca, piyasada “arka kapı
operasyonu” olarak adlandırılan şeffaflıktan uzak yöntemlere başvurulduğuna
ilişkin haberler ve spekülasyonlar yayılmaktadır. Bu ise döviz kurlarında ve
faizlerde aşırı dalgalanmalara yol açmakta, üreticilerimizin bin bir zahmetle
sağladığı kazanç, çalışanlarımızın alın teriyle elde ettikleri gelir bir anda
yok olup gitmektedir. Ekonomi yönetiminde dürüstlükten büyük sermaye, itibardan
büyük kredi olmaz. Ekonomi yönetiminin işleyişi acilen bu düstur doğrultusunda
yeniden yapılandırılmalıdır.
• Çözüm enflasyonu kalıcı olarak düşürmek, ekonomide
öngörülebilirliği artırmak ve riskleri azaltmak, küresel sermayenin Türkiye’ye
güvenle gelip yatırım yapacağı Türkiye’deki yerli sermayenin de dışarı çıkmak
için yollar aramak zorunda kalmayacağı bir yatırım ortamı oluşturmaktır. Böyle
bir ortamda faizler kalıcı olarak düşer, Türk lirası güç ve itibar kazanır.
Sonuç olarak şunu vurgulamak isterim ki son yıllarda
yaşadığımız güçlü meydan okumalar karşısında şimdi yapmamız gereken,
zihinlerimizi özgürleştirmek, psikolojilerimizi yenilemek, toplumsal
bağlarımızı güçlendirmek ve ortak geleceğimiz konusunda atılması gereken
adımları atmaktır. Partimizin yöneticilerini ve ilgili kurullarını bütün bu
konuları ve gelecek vizyonumuzu aklı selim ve soğukkanlılıkla değerlendirmeye,
partimizin vefakar ve fedakar tabanını umutsuzluğa düşmeden vakur bir duruşla
ve sebatla geleceğe hazırlanmaya, kanaat önderlerimizi, aydınlarımızı ve her
siyasi kesimden vatandaşlarımızı ortak vicdanımız, ortak aklımız ve ortak
irademiz temelinde ortak geleceğimizi belirlemek için omuz omuza vermeye davet
ediyorum. Gün devlet aklını, insan onuru ve millet vicdanı ile buluşturma
günüdür.”
Ahmet Davutoğlu