Çiğdem CANPOLAT - Ülkemizde kadına yönelik şiddet, her geçen gün dehşet
verici bir şekilde artarak devam ediyor. Kadına şiddetle mücadelede en ön
saflarda yer alan Avukat Perihan Çağrışım Kayadelen, şiddetin erkek camiasında
ortak bir bilinç oluşturduğunu ve bu bilincin oluşmasında merkezi yönetimin
büyük bir etkisi olduğunu söylüyor.
Ülkemizde kadına yönelik uygulanan fiziksel ve psikolojik şiddetin en çok arttığı yılların içerisinde yer alıyoruz. Açıklanan verilere göre İzmir, kadın cinayetlerinde Türkiye genelinde 2. sırada yer alıyor.
Açıklanan verilerden sonra İzmirlilerin en çok merak ettiği, “İzmir’de şiddet gerçekten diğer illere göre daha mı fazla?”sorusunu ve daha nicelerini, İzmir Barosu’nun kadına yönelik şiddetle mücadele etmek için kurduğu Kadın Hakları Danışma ve Hukuk Araştırmaları Merkezi’nin Yönetim Kurulu üyesi Avukat Perihan Çağrışım Kayadelen’den alıyoruz.
Şiddet mağduru kadınların yanında aktif bir şekilde mücadele veren Avukat Kayadelen, Gazetemiz oncusehir.com'a Kadın Hakları Merkezi, İzmir’de işlenen kadın cinayetleri, gündemde yaşanan olaylar ve daha niceleri hakkında açıklamalarda ve değerlendirmelerde bulundu.
Merkez uzun süredir aktif bir şekilde faaliyet
göstermektedir. Böyle bir merkez nasıl ortaya çıktı?
Merkezimiz önce Baro bünyesinde Kadın Hakları Komisyonu olarak çalışıyordu. Daha sonra 2011 yılında merkeze çevirme fikri ortaya çıktı. Çünkü merkez olduğunuzda bazı şeyler daha rahat ilerliyor. Daha aktif müdahale edebileceğimiz ve efektif bir hale getirmek amacıyla bizden önceki meslektaşlarımız burayı merkeze çevirmişler. 2011 yılından beridir yoluna merkez olarak devam ediyor. Bende merkezimizin Yönetim Kurulu üyesiyim. Merkezimizin, adliyede acil başvurularını aldığı bir birimi var. Adliyede acil olarak koruma ihtiyacına gereksinim duyan kadınlarımıza hemen orada bulunan meslektaşlarımız yardımcı oluyorlar. Adliyede her gün nöbet tutan meslektaşlarımız ve öğrenmeleri açısından stajyerlerimiz bulunuyor. Koruma kararına ilişkin dilekçe ve başvurularını alıp kendilerine destek oluyorlar. Onun dışında şiddet sebebiyle var olan boşanma davalarında da adli yardım kanalıyla yardımcı oluyoruz. Bir sürü vaka geliyor. Tecavüz vakası, yaralama vakaları, bazen de maalesef ki ölüm vakaları geliyor. Onları da CMK sistemimiz üzerinden veya merkezimizde gönüllü olarak avukatlık yapan meslektaşlarımız üzerinden ailelere hukuki destek sağlıyoruz.
“YARGITAY BİZİM MÜDAHİLLİĞİMİZ YÜZÜNDEN DOSYAYI BOZUYOR”
Yakın zamanda gerçekleşen bir duruşmamızda Manolya Akman isimli bir kadın arkadaşımız boşanma sürecinde olduğu eşi tarafından önce pompalı tüfekle boynundan vurulmaya çalışılıyor. Fakat tüfek tutukluluk yapıyor. Bu seferde bacağına ateş ediyor ve bacağını kaybetmek durumunda kalıyor. Dava için müdahillik talebinde bulunduk. Fakat mahkeme maalesef ki artık Baroların Müdahillik taleplerini suçtan zarar görmediği gerekçesiyle reddetmeye başladı. Önceki yıllarda müdahillik taleplerimiz daha fazla kabul ediliyordu. Çünkü Barolara kanunla verilmiş bir görev var. Der ki, “Barolar, İnsan Haklarını hukukun üstünlüğünü korumakla görevlidir.” Aslında mahkemelerin bizim müdahilliğimizi kabul etmeleri gerekiyor. Değişen siyasi konjonktür bu tür davalara Baroların müdahil olmasının, süreci değiştirmesi ve yönetmesi gibi sebeplerle artık bizim taleplerimizi daha az kabul ediyor. Son dönemlerde ise talebimizi mahkemeler kabul etse bile istinaf veya Yargıtay sırf bizim müdahilliğimiz yüzünden dosyayı bozuyor.
Merkeze bağlı avukatlar, kadın şiddeti hakkında
eğitimlerden geçiyor mu?
Merkezde gönüllü olarak çalışan avukat meslektaşlarımız var. Baro’da her iki haftada bir Çarşamba günleri yaptığımız toplantılara en az 40-50 kişi katılıyor. Onun dışında dava takiplerimizde her avukatımız gönüllü olarak gidiyor. Görevli olarak baktığımızda merkezimizin bir müdürü var; Devrim Cengiz Aygün. Devrim Hanım davaları bazen direk Baro’ya yönlendiriyor, başvuruları kendi alıp hikayeleri kendisi dinliyor. Çünkü kadınlar en yakın neresi ise oraya gitmek istiyor. Baro’da da kendilerini daha güvende hissediyorlar. Adliye daha gerici bir ortam olduğu için burada hikayelerini daha rahat anlatabiliyorlar. Bazen de merkezimizde başvuruları alıyoruz. Merkezimiz tamamen gönüllülük esasına dayanıyor. Nöbetçi listemiz dahi gönüllülük esasına dayalı bir şekilde oluşturuluyor. Meslektaşlarımız belirli bir eğitimden geçiyor. Temel eğitim konularımız var. Toplumsal Cinsiyet eşitliği ve İstanbul Sözleşmesi eğitimi veriyoruz, 6284 sayılı yasayı anlatıyoruz. Çünkü genelde merkezimize başvuran kadınlar koruma kararı aldırmak için geliyorlar. O prosedürlere hakim olmazsa meslektaşlarımız, herhangi bir yardımda da bulunamazlar.
Açıklanan verilere göre İzmir kadın cinayetlerinde ikinci
sırada yer alıyor. Bu sonucu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu sıralamada iki farklı okuma yapabiliriz. İzmir gerçekten mi kadın cinayetlerinde ikinci sırada, ya da İzmir’de bu durum daha mı fazla görünür oluyor?
Kadına yönelik şiddete ilişkin bir tablo yayınlandı. Belirli illerde hiç kadına yönelik şiddet yok, sıfır gözüküyor. Herhangi bir ilde kadına yönelik şiddetin sıfır olması mümkün değil. Hiçbir şey olmasa bile kadın, psikolojik şiddete uğruyor. Ama sorun başvuru mekanizmalarındadır. İzmir’de bazı şeyler daha görünür. Örneklendirecek olursak 2000’li yılların başında yapılan bir istatistikte İzmir işkencede en yüksek oran gösteren il oldu. Aynı mantık orada da geçerli. O dönemde Baromuz aktif başvuru alıyor. Ve böylelikle de vakalar raporlanıyor. Vakalar raporlanınca da İzmir’de daha fazla olduğu görünüyor. Evet, gerçekten İzmir’de kadın cinayetleri düşük değil ama oran artık Türkiye’de çok yüksek. Ben 2011 yılından beridir kadın cinayetleri ile ilgileniyor ve bu tarz davaları bakıyorum. İlk başladığımda bu işe yeni stajını bitirmiş bir avukat olarak bir yılda öldürülen kadın sayısı 90 civarındaydı ve biz Türkiye genelinde yansıyan bu sayıya çok fazla diyorduk. Şu an geldiğimiz noktayı şöyle açıklayayım: 2019 yılının dokuzuncu ayına kadar yaklaşık 345 kadın öldürüldü. Ve düşünün ki daha yılı tamamlamadık. Sayı her geçen gün dehşet verici bir şekilde artıyor. Ve bu sayıların dışında bilmediklerimiz de var. Mesela şüpheli ölüm, intihar vakası diye geçenler var ama başvurusu olmadığı için cinayete mi kurban gitmiş bilemiyorsunuz. En önemli örneği: Şule Çet. Eğer üstüne gidilirse ve intihar olmadığı üzerine baskı yapılabilecek manevi güce sahip bir ailesi varsa ve de işin peşini bırakmazsa ancak o zaman gerçek ortaya çıkabiliyor. İntihar yöntemi, kadın cinayetlerinde en çok kullanılan ört bastır. Şikayetçi olmayan kimse yoksa savcılıkta gerçekten intihar mı diye araştırma gereği duymuyorsa dosya kapanıp gidiyor.
Vaka dosyalarında verilen ifadelerde benzerlik söz
konusu mu?
Bütün dosyalarda erkeklerin kullandıkları ortak diller var. Üç aşağı beş yukarı hepsi aynı şeyleri söylüyor. Mesela beni aldattı diyor, bana hakaret etti diyor, erkekliğime laf söyledi diyor, onurumla oynadı, namusunu kirletti. Hep aynı gerekçeler. Çünkü ölen birinin ardından iftira atmak veya cevap veremeyeceği şeyler söylemek çok kolay. Maalesef ki yargımızda erkek gözüyle bakan bir yargı oluğu için bunlar çoğu zaman tahrik indirimi ve iyi hal indirimi sebepleri oluyor. Bunu bildiği için erkeklerde hep aynı savunmaya başvuruyor. Bu ortak bilince de şöyle örneklendirebilirim: Münevver Karabulut cinayetinde bir anda kadın cinayetlerinde testere veya keserek ölümler artmaya başladı. Biri çıktı kadının birine dedi ki, “Seni Adana’nın Münevver’i yapacağım.” Münevver’den yaklaşık bir hafta sonra parçalanmış kadın cesedi bulundu. Ne zaman ki Cem Garipoğlu en yüksek cezayı aldı, o tarz cinayetler bir anda ortadan kalktı. Ama cezasız kalacağını bilinirse failler, aynı şiddet türünü üretmeye devam ediyor. Şiddetin ortak bir bilinci var.
“MART AYI DÖNEMİNDE KADIN CİNAYETLERİ SAYISI DÜŞER”
Turgutlu’da hamile bir kadın akşam yürüyüş yaparken ‘Gece kadının dışarıda ne işi var?” denilerek tekmelendi. Bu olaydan önce ise Bülent Arınç, “Hamile kadın çıkıp dışarıda gezemez” diye bir açıklama yapmıştı. Üst düzeydekiler eğer kadına yönelik şiddet dilini arttırırlarsa toplumda bunun çok daha büyük bir karşılığı oluyor. Son zamanlarda kadın cinayetlerinin bu kadar artmasının temel sebebi, her alanda çok fazla şiddet dilinin artması. Toplumda şiddet arttığında ilk yansıması kadına ve çocuğa oluyor. Çocuk istismarı artıyor, kadına yönelik şiddet ve cinayetler atıyor. Böyle bir denklem oluşuyor. Mesela Mart ayı döneminde kadın cinayetlerinin sayısı düşer. Çünkü 8 Mart Dünya Kadınlar Günü sebebiyle devlet dilinde “Kadınlar çiçektir, kadınlar analarımızdır, el üstünde tutulması gerekir. Onlar bizim korumamız gereken varlıklarımızdır” sözleri arttıkça kadın cinayetlerinde düşüş yaşanıyor.
“TECAVÜZE UĞRAYAN KADIN YAŞAYAMAZ Kİ ZATEN”
Konya’da Emine Bulut’un öldürüldüğü günlerde Tuba Erkol adında bir kadınımız uzaklaştırma kararı aldırdığı eşi tarafından 50 yerinden bıçaklandı. Eşine polis arabasına girerken “Pişman mısınız?” diye sorulduğunda, “Namusun pişmanlığı mı olur” diye cevap verdi. Artık bu cevabı verebilecek kadar rahatlar. Çünkü gerçek bir cezalandırma tehdidi ile karşı karşıya değiller. Biliyorlar ki takım elbise giydiğinde cezasından altıda bir oranında düşürülecek. Oraya çıkıp “Beni aldattı” dediğinde bu indirim sebebi olacak. Tam tersinden baktığınızda, sistematik şiddet mağduru kadınlar tarafından şöyle bir örneklendirme yapalım: Bir kadınımız kendisine yıllarca tecavüz eden erkeğin başını kesip köy meydanına atmıştı. Ama o hiçbir indirim almadı. Çünkü devlet şöyle okuyor; İlla tecavüze karşı koyman gerekiyor. Ne olursa olsun hayatın pahasına ölmeye göze alarak karşı koyacaksın. Yani algı ‘Kadınlar tecavüz karşısında yaşamayı seçemez’ şeklinde oluşturuluyor. Erkek zihniyeti devam ettiğinde olaya, ‘Tecavüze uğrayan kadın yaşayamaz ki zaten’ şeklinde bakılıyor. Belki kafasına silah dayadı, belki bıçakla tehdit etti, belki ailesinden birini öldürmekle tehdit etti. Kadın bu sebeplerden dolayı bile hayatını kurtarmak için tecavüze karşı koymuyorsa olaya, ‘Kabul etmişsindir’ gözüyle bakılıyor.
İstanbul Sözleşmesi’ne büyük tepkiler mevcut.
Nedeni nedir?
Yetiştiriliş ve hayata bakış tarzı sebebiyle kadınların durması gereken bir yer var ve kadınlar onun dışına çıkmazlar. Zaten bu yüzden İstanbul Sözleşmesi’ne bu kadar saldırı oluyor. İstanbul Sözleşmesi’ne tepki gösterilmesinin birden çok sebebi var. Sözleşme devlete çok büyük bir sorumluluk yükleyen bir sözleşme. Kadına yönelik şiddetin önlenmesinde bu sözleşmenin altına ilk imza atan devletlerden birisiyiz. Biz sözleşmeyi Avrupa’ya pozitif ayrımcılık yapıyoruz demek için büyük bir hevesle imzaladık. Devlet kadına yönelik şiddette her türlü önlem almak zorundadır. Sözleşmeye göre, kadın ciddi bir hayati tehlike altındaysa devlet mültecilik prosedürünü işletip kadını başka bir ülkeye dahi göndermek zorunda. Bunun dışında gerekli merkezleri açmak zorunda. Mesela, Sığınma Evleri. Türkiye’de inanılmaz yetersiz bir sayıda Sığınma Evleri. Yok denecek kadar az. Yüz bin nüfus sınırına ulaşan belediyelerin Kadın Sığınma Evi açması gerekiyor. Bırakın belediyeleri, bu evleri merkezi yönetim açmıyor. Ama İstanbul Sözleşmesi’ne göre bunlar yapılmak zorunda.
“YÜZ DEĞİŞTİRMEYE KADAR VARAN TEDBİRLER UYGULANABİLİYOR”
İstanbul Sözleşmesi’nin kadınlara getirdiği belli başlı haklarının en önemlilerinden biri de, ekonomik destek. İstanbul Sözleşmesi’ne dayalı olarak çıkartılan 6284 nolu yasada der ki, “Şiddet mağduru olan kadına maddi yardım da yapılır.” Buna mahkeme karar verebiliyor. Aynı zamanda bir süre çocuğun kreş masrafını bile karşılamak zorunda. Ama ben 2012’de çıkan İstanbul Sözleşmesi’nden bu yana hiçbir dosyamda bir tane maddi yardım kararı görmedim. Bunun dışında şiddete uğrayan kadınlara tanık koruma kanunu kapsamında yüz değiştirmeye kadar varan tedbirler uygulanabiliyor. İzmir’de bir kadına bu uygulandı. Sözleşme doğru düzgün uygulansa, kadına yönelik şiddet ve ölümler ortadan kalkacak.
Emine Bulut cinayeti hakkında ne düşünüyorsunuz?
Emine Bulut’un iddianamesi hayatımda gördüğüm en hızlı iddianamelerden biridir. Çünkü ilk defa ‘Ölmek istemiyorum’ diyen bir kadının sesi ekranlarda yansıtıldı. Bütün öldürülen kadınlar ‘Yapma ne olursun, ölmek istemiyorum’ diyor. Ama biz sadece Emine’nin sesini duyabildik. Çünkü ona yardım etmek yerine biri onu çekmeyi tercih etti. Hal böyle olunca toplumda oluşan vicdani yaralanmaya tahammül edebilmek için hemen iddianame düzenlendi. Hemen yargılansın da biz üzerimize düşeni yaptık diyelim, konu kapansın denildi. Bizim adalet sistemimiz sosyal medyadan gelen tepkiye göre işliyor.
Şiddeti önlemek için ne yapmalıyız? Bunun bilinci
nasıl oluşturulabilir?
Hukukçu olarak mağdur açısından baktığımızda insanların adalet duygusunun tatmin olması gerekiyor. Fail açısından baktığımızda da fail, yaptığı şeyin sonucunda bir ceza alacağını öngörmesi lazım. ‘Nasıl olsa kurtulurum ben bundan’ algısının yıkılması lazım. O yüzden de yargıdaki eril bakış açısının değişmesi lazım. Şahit oldum birebir, bir mahkeme hakimi ölen kadının babasına, “Senin kızın bu adamla evlendiğinde kadın mıydı, kız mıydı” diye sordu. Bu bakış açısının kesinlikle değişmesi gerekiyor. Eğitim hayatına toplumsal cinsiyet eşitliğinin yerleştirilmesi gerekirken, devlet her yerden toplumsal cinsiyet eşitliği kavramını çıkartmaya çalışıyor. Onun yerine kadın-erkek eşitliği getirmeye çalışılıyor. Sebebi ise, toplumsal cinsiyet eşitliği dendiğinde bu kavram toplumu, LGBTİ birey olmaya özendiriyormuş. Ama yapılmak istenen amaç, bu ve bunun gibi olaylarla kadına verilen hakları yavaş yavaş almak. Kitaplara baktığınızda erkek çocuk gider para kazanır, kadın evde ütü ve yemek yapar. Bu modelin tümüyle değişmesi gerekiyor.
Kadın mücadelesi çok güçlü. Zaten kadın bu kadar güçlendiği için saldırılarda bu kadar artmaya başladı. Çünkü kadınlar artık susmuyor. Biz ne kadar güçlü olduysak geri adımlar attırmayı hep başardık, yine başaracağız.