Artık bir sabah kahvemizi içerken televizyonu değil, sosyal medyayı açıyoruz. Haberleri, gelişmeleri, hatta felaketleri bile ilk orada görüyoruz. Ama gördüğümüz her şey gerçekten “olmuş” olan mı? Yoksa sadece öyleymiş gibi mi gösteriliyor?
Sosyal medya, bir yandan hayatı kolaylaştırırken, diğer yandan gerçeği görünmez kılan bir sis perdesine dönüştü. Özellikle son zamanlarda, olmayanı olmuş gibi gösterme gayreti dikkat çekici boyutlara ulaştı. Bir bakıyorsunuz, tanınmış bir ismin öldüğü yazılıyor. Ya da ünlü bir çiftin boşandığı… Olay gerçek gibi sunuluyor, ancak ortada ne resmi bir açıklama var ne de güvenilir bir kaynak. Buna rağmen milyonlarca insan bu bilgiyi görüyor, inanıyor ve paylaşıyor. Gerçek, dedikodunun gürültüsünde kaybolup gidiyor.
Birkaç saniyelik eski bir video, bağlamından koparılmış bir cümle, hatta kurgulanmış sahneler… Gerçek dışı içerikler hızla yayılıyor ve milyonlar, olup biteni bu çarpıtılmış mercekten izliyor.
Bunun sorumlusu yalnızca yanlış bilgi yayanlar mı? Elbette değil. Algoritmaların tıklanabilirliği ödüllendirdiği dijital düzende, doğruluk artık cazibesini yitirmiş bir değer gibi. Kimin ne dediğinden çok, kaç kişi tarafından paylaşıldığı önemli.
Bu çağda artık her kullanıcı bir yayıncı. Ve bu büyük bir sorumluluk demek. Paylaştığımız her bilgi ya iyileştirir ya da zehirler. Ya gerçeğe biraz daha yaklaştırır ya da bizi ondan tamamen uzaklaştırır.
Ve bu çağda en büyük cesaret yalanı paylaşmamak.